24 Ekim 2010 Pazar

geç kalanlar

Bugün uzun zamandan sonra tekrar geçiyorum güncemin başına. Dün gittiğim bir tiyatrodan bahsetmek istiyorum bu sefer. Oyunun adı "Geç kalanlar". Oyunun adına tezatlık olduğundan ya da oyunu izlemeye gelenlerin oyunu çoktan anlayıp "ben zaten biliyorum" bunu demelerinden kaynaklanan bir "erken gelenler" kuyruğu vardı Şinasi sahnesinin önünde. İçeri girdik oyunu izlemeye koyulduk.

Oyun evlilikleri yıkılmış iki genci konu alıyordu. Birbirini herşeyden çok sevmiş olan bu gençler şiddetli geçimsizlik ile birlikte acı çekmeye başlamışlardı.

Bir kadın vardı, bilge kadın. Evini çok seven bu adamın yanına geliyordu bu bilge ve konuştu onunla. Nedeni sordu, nasılı sordu.. Nelerin eksik olduğunu nelerin yanlış nelerin doğru olduğunu gösterdi ona. Ev öylesine derli topluydu ki, kimse inanmazdı o evde karısı tarafından terkedilen bir erkeğin tek başına yaşadığını.

Oyunun ana fikri de ikinci perdeyle birlikte açığa çıkmaya başladı: empati kurabilmek. Geçimsizlikler, kavgalar hep aynı nedenden ötürü başlar. Aynı olaya farklı açılardan bakıldığı için. Ancak empati kurarken karşındakinin olaya yaklaşımını irdelersin ve o pencereden bakarsın. Bu da genelde çok yararlı olur.

Bilge kadının eşliğinde ikinci perdede oyuna dahil olan karısı ile adam tartıştılar gülüştüler en önemlisi de empati kurarak birbirlerinin bedenlerine girdiler, ruhlarına büründüler..

Konu son geceye geldiğinde, o fırtınalar kopan ve ayrılışların başladığı geceye, yağmur yağmaya başladı, evde de bir fırtına kopuyordu. İkisi de birbirine bağırıyor, ve karşısındaki suçluyordu.. Soru şu: değer miydi?

Bir hışımla evden çıkan adam arabasına atlıyor ve kaygan yolda kaza yaparak o gece canını veriyordu...

O an anlaşıldı ki, bu iki gencin kavga edecekleri, birbirlerine bağıracakları ya da suçlayacakları bir gün daha olmayacaktı. Empati kuramayacaklardı, ki zaten olayların bu noktaya gelmesinin temel nedeni empati kuramamaktı.

Kadın o günden sonra o evde yanlız başına yaşıyor, anılarla boğuşuyor, pişmanlıklar duyuyor ve o adamı hala yaşatıyordu.. Yalnız bir eksik vardı, o adam artık orada değildi. Ona bağıramayacak, ona sarılamayacak, onun kokusunu içine çekemeyecek, onu öpemeyecek, onunla olmanın mutluluğunu yaşayamayacaktı.

Hep "ama"lar olmuştur hayatta. Böyle derdim ama öyle yaptı.. Bunu yapardım ama böyle davrandı.. Anladım ki çok fazla "ama" var bu hayatta. Artık olumsuz bağlaçlara ihtiyacımız olmamalı. Olumlu olmalıyız ki empati kurabilelim..

Adam da çok sevmişti, belki hiç söyleyememişti bunu ama çok sevmişti. Bu sebeptendir ki kabullenememişti öldüğünü, bu yüzden gelmişti bilge kadın da.. Bu gerçeği ona kabul ettirmek, artık herşey için çok geç olduğunu, hiçbirşeyin "eskisi" gibi olmayacağını ona göstermek için. Karısı onu bir kez daha duyamayacak, bir kez daha dans edemeyeceklerdi. Onu sevdiğini söyleyebilmek için bir şansı daha olmayacaktı. Elindeki son fırsatı da o gece, o kapıdan çıktığında kaybetmişti.

Artık hiçbirşey eskisi gibi olmamalı, "ama" siz yaşıyorsunuz işte..